More

    Başka Bir Sen (2025)

    Konusu:
    Mümtaz’ın hayatında hiçbir şey yolunda gitmemektedir. Yine böyle bir günde onun yolu Derya ile kesişir. Dahil oldukları büyük bir kaza, Derya ile Mümtaz’ın hayatını geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirir. Mümtaz ile Derya aile olabilmenin zorlukları ve sonsuz aşkın sınırlarıyla mücadele etmek zorunda kalır. .’

    IMDb: 7.1

    Yorumum:
    Prens dizi ve karakterinde ki başarısından dolayı yakın kadrajımda olan Giray Altınok’un filmini elbette kaçıramazdım.
    Başladığı ilk dakikadan son dakikaya kadar keyifli ve sıcacık bir aile filmi diyebilirim. Konusu her ne kadar Hollywood’tan çokça âşina olduğumuz biçimde gelişse de (Ölünce yeniden başlama konusu çok fazla filme zemin olmuştur, işte bazı popüler olan yapımlar; Source Code ,  Edge of Tomorrow , Before I Fall … diye uzayan liste) bizim kültürümüz ve pek tabii böyle bir oyuncu kadrosuyla birleşince oraya çıkan iş keyifli olmaktan kaçamamış.
    İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayıp kendimi eğlenceye bıraktım. Tabii alt metinleri okumaktan da geri durmadım. Başlayalım;

    Yorumumun bu kısımdan sonrası yoğun spoiler içermektedir. Kesinlikle filmi izledikten sonra okumanızı öneriyorum.

    Sıcak açılış (yani karakterleri tanımadan, serimleme yapılmadan kendimizi direkt olarak bir olayın içinde buluyoruz) yapan filmimiz daha başladığı ilk sekansta bize mesajlar vermeye başlıyor ve bu mesajlar aslında filmin bütünü oluşturan önemli bir detay;

    Filmin açılış sahnesinde Mümtaz ”Giray Altınok” (Öldükten sonra ki karakterinin adı Mümtaz ama sonlara doğru ölmeden daha doğru döngü başlamadan önce ki gerçek adının ”Erdem” olduğunu öğreneceğiz bu çok sonra ve saniyelik geçen bir bilgi olduğu için ben yine de anlaşılması adına ”Mümtaz” diyeceğim) sarı arabasında otururken dikiz aynasına asılı bir sembol görüyoruz bu sembol ”Anka Kuşu” ve Anka Kuşu neyi sembolize eder? Evet! doğru bildiniz film boyunca göreceğimiz ”Yeniden doğuşu” yani yaşama döngüsünü sembolize eder. Mit ve efsanelerde Anka Kuşu küllerinden doğmuştur bu da karakterlerimizin küllerinden doğacağını yani bir döngüye gireceğimizi belirten güçlü bir anlatı olmuş. Böyle semboller ve alt metinler maalesef Türk fimlerinde görmeye alışık olmadığımdan böyle güçlü bir başlangıç çok hoşuma gitti.

    Sıcak açılış kısmı bittikten sonra serimleme kısmına giriş yapıyoruz yani karakterimizi tanımaya başlıyoruz. Bu tanıma kısmında Mümtaz’ın Anka Kuşu olduğunu görüyoruz. Yeniden doğup duruyor…

    Ama bu yeniden doğuşlarının en önemli detayı yeniden başlar başlamaz mevcut duruma ayak uydurması değil mi? Ölüyor ve gözlerini açıyor başka biri olmuş. Başka bir yüz, isim, kişi, ortam… ama hemen o an olduğu kişiye ayak uydurup devam ettiriyor bu ”Devam ettirme” bana Charlie Chaplin’in ünlü filmi Modern Zamanlar (Modern Times) önermesini anımsattı. Ne mi oluyordu o filmde? En basit tâbirle; insan robotlaşıyor.
    Belirli bir vasıf yüklenen kişi o vasıf altında kişiliği ile değil ”Ona sunulan” ile yaşamaya başlıyor. Bu yüzden Mümtaz hangi sözüm ona ”kişi” olarak yeniden başlasa hemen o kişi gibi davranmaya başlıyor çünkü o artık Modern Zamanlar filmine göre ”robotlaşmış” akademik bir söyleme göre de ”Standartlaşmış” bir birey.
    Standartlaşma ünlü filozof Theodor W. Adorno yaşadığı 1903–1969 yılları arasında geliştirdiği bir söylem ve günümüzün de temel sorunlarından birini oluşturan güçlü bir itham. (Bu konuyu daha derinlemesine anlamayabilmek için şu makaleye göz atabilirsiniz: Adorno ) Filmin bütününde zaten ana sorun kimlik karmaşası yani ”Biz kimiz?” sorusudur. Evet standartlaşmış ve kendini ona yüklenen vasıflarla vâr eden ”biri” miyiz? Yoksa küllerimizden doğabilecek yeni bir ”ben” miyiz?
    Filmin felsefi açıdan bu konuya yaklaşımı oldukça güçlü çünkü hikaye anlatıcısı ses devreye girdiğinde (Görüntü akarken görüntüden/o an ki olaydan bağımsız olarak arkadan duyduğumuz anlatıcı sesi. Bu filmde pekçe kullanılıyor) bu felsefeyi irdelediğini hatta tüm hikayeyi bu konu üzerine kurguladığını anlayabiliyoruz. Bu derinlikle bir olayı böylesi eğlenceli anlatabilmesi naif bir başarıdır.

    Şimdi felsefi kısmından çıkıp olayın bir katman üstüne çıkıyoruz yani aile ilişkileri, bu ilişkileri anlatırken kişiler ve repliklerle yapılan tatlı göndermeler ve alt metinleri okuyalım;

    Mümtaz ile Derya’nın konuşması için çok ”Cringe” diyen kızına cevaben Mümtaz ”- Şunlara bak bize pirinç falan diyorlar” diye sitem ediyor kızı da ” +Ne pirinci ya, cringe…” deyip ne demek olduğunu açıklıyor bu basit sahnede kuşak farkı eleştirisini görüyoruz. Mümtaz çocuklarının kuşağına yabancı, cringe ne demek elbette bilmiyor çünkü o ve çocukları farklı kuşakta olmasını yanı sıra o kendine de kuşağa da yabancı. Yani iletişimlerinde kopukluk olduğunu daha ilk karşılaşmalarında anlarken hikayenin daha üzücü tarafını Korhan yani erkek çocuğunda görüyoruz.
    Babasına hep ”Kral, aslanım…” diye seslenip böyle sert bir mizaçla yaklaşıyor ki kendisine de öyle yaklaşılmasını talep ediyor bunun en büyük nedeninin Mümtaz yani baba karakterinin çocuklarına yeterince vakit ayırmaması olduğunu (çünkü bu yüzden Derya ile boşanmak üzere olduklarını öğreniyoruz) Korhan’ın örnek aldığı kişinin babası değil aslında ilgi gördüğü, kendini daha yakın hissettiği dedesi olduğunu anlıyoruz.

    Filmin bitmesine yarım saat kala Mümtaz’ın ailesi yani Korhan’ın dedesi ve babannesini görüyoruz ve çok ince bir nüans fark ettim ki dedesi Korhan’a ”Şşş kral, gel yardım et dedeye bakayım.” diyor yani Korhan tüm o kurduğu mesafeli jargonu dedesinden aldığını çünkü ihtiyacı olan ilgili sadece ondan gördüğünü anlıyoruz.

    Bu anlamda film o kadar güzel alt metinlerle doldurulmuş ki sadece dikkat edilirse görülecek olan bu detaylar bizim kültürümüzün karanlık taraflarının yanı sıra aile ve çocuk / baba ve çocuk ilişkilerinin önemini sert bir dille bize sağlı sollu vuruyor. Evet Korhan komik bir karakter gibi gözüküyor. Babasına harçlık veriyor, el ense yapıyor… ama aslında içten içe büyümek zorunda kalmış, o yaşta aradığı ilgiyi en önemli rol modeli olan babasından değil de dedesinden almış maddi anlamda doygun ama duygusal anlamda dışlanmış, kimlik arayışında olan bir çocuk.

    Mümtaz motivasyon konuşması için soyuma odasına girdiğinde Korhan’ın babasına bakışına bakın ne kadar sevgi dolu dimi? O el, ense yapan ”kral” diyen büyük adam yerine, baba sevgisi arayışında olan masum bir çocuk. Böyle baktığımızda ana hikayenin draması çocukların draması altında ezilmeye başlıyor ve Korhan her ”Kral” dediğinde gülmek yerine bir kez daha üzülüyorsunuz.
    Gary Chapman‘ın çok değerli bulduğum ve herkesin mutlaka okumasını önerdiğim ”Beş Sevgi Dili‘ (kitap özeti)” kitabında ”Sevgi Deposu” diye ifade var. Herkesin içinde bir sevgi deposunu olduğunu ve bu deponun boş olduğuna bizde reaksiyonlar yarattığını söyler. Çocuklar için yaramazlık, yetişkinler için depresyon… Sevgi bir ihtiyaçtır ve hissedilmesi/hissetilmesi gerekir. Bizim kültürümüzde ne yazık ki babalar çocuklarına sevgi gösterirken çekinir hatta utanır, bazı yerlere göre ayıptır bile.
    Film gördüğümüz şu sahnede;

    Mümtaz babasına ”Seviyor musun beni?” diye sorar o da ”Cıvıma lan hemen. Babalar çocuklarını sever.” deyip yanağına sevgi ifadesini gösterir şekilde vurur. Baba oğluna sevgisini en fazla bu kadar gösterebilir çünkü o sözüm ona bir ”baba” figürü.
    Bu kadar zor değil çocuğuna sarılıp seni seviyorum demek. Bu kadar zor değil yaşarken sevgiyi hissettirmek. Mümtaz gibi kimse reenkarne olmayacak, bir kere ölünce artık söyleyemediklerimiz de onunla beraber ölecek çünkü ölüm giden için değildir, kalanlar içindir.
    Belki yarın Mümtaz’a zaten onu çok sevdiğini zaten söylemeyeceksin sarıl söyle işte, sevgi deposunu doldur işte…
    Filmin bu anlamda ki doluluğu beni, benden aldı çünkü tüm bu detaylar ana akışın içine o kadar küçük serpiştirilmişler ki mutlaka bir yerden sizi yakalayıp eğip, büküyor hatta vurup sersemleştiriyor. O kadar günümüzden, o kadar içimizden ki film bittikten sonra sevdiğiniz herkesin sevgi deposunu kontrol edesiniz geliyor.

    Filmin sonuna geldiğimizde ise tüm bu felsefe, alt metinler, semboller artık bağlanıyor;

    İnception’un dönen topaç bitirişi gibi olmuş diyebilirim çünkü final seyirciye bırakılmış. O’nlar o kazada öldüklerini zaten haberlerde görüyorlar ve her gün başka biri olarak uyanıp ölüyor ve tekrar başka biri olarak kalkıyorlar kilit noktamız bu; her gün ölüp, başka biri olarak yeniden geliyorlar. Yani her gün oldukları kişi aslında o gün son gününü yaşıyor ve ölüyor. Bu büyük bir metafor. Oldukları kişinin ölmeden önce ki son anlarında o kişi olabiliyorlar çünkü o kişiler sistemin kaybolmuşları, sevgi deposu hep boş olanlar, kimliksizler, standartlaşmış olanlar… o kişiler hep içimizden biri. Bir garson, bir seyirci, bir yolcu… ama Mümtaz ve Derya olduklarında ölmüyorlar çünkü bu sefer kaybolan kimliği değil, kendilerini buluyorlar ve artık başka biri olmarına gerek kalmadığında gerçek Derya ve Mümtaz geri dönüyor, sevgi depoları dolmuş şekilde…
    Bu bir yeniden doğma hikayesi, küllerinden doğma hikayesi. Hiç birimiz ölüp başka birinin içinde yeniden canlanmayacağız ama kendi içimizde yeniden doğabiliriz. Her sabah yeniden başlayabiliriz aslında mutluluk hikayemizden hiç ayrılmamış olabilir sadece pürüzlerden kurtulabiliriz.
    Biz.. sevebiliriz…

    Okuduğunuz için teşekkürler.

    Son Yazılanlar

    The Gorge (2025)

    Greyhound (2020)

    Önceki İçerik

    İlgili Seçenekler

    Yorum Yazınız

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz